0(312) 216 11 09

Türkiye Suriye Su Anlaşmazlığının Nedenleri

Su insanların en temel ihtiyacıdır. Ekonomi ise en kısa tanımıyla, “kıt kaynakların etkin kullanımı” demektir. Gerçekten de dünyada yaşanan gelişmeler suyun giderek kıt bir kaynak haline gelmesine neden olmaktadır. Bir taraftan, küresel ısınma, kuraklık, çölleşme, kaynakların kuruması gibi nedenlerle su arzı azalırken; öte yandan nüfus artışı, sanayileşme ve kentleşme nedeniyle su talebi hızla artmaktadır.

Yaklaşık yüzde yetmişi sularla kaplı olan dünyamızda mevcut yaklaşık 1.390 milyon metreküp suyun, yüzde 97.5’ini oluşturmaktadır. Geri kalan temiz su kaynaklarının yaklaşık yüzde 70’ini ise buzullar ve buzdağları oluşturmaktadır. Kısacası, zaten sınırlı olan su kaynakları azalırken, talep hızla artmaktadır.

Ortadoğu  bölgesi ise dünyanın en yoğun su sıkıntısı yaşayan bölgesidir. Bu bölgede, özellikle de Türkiye ile Suriye ve Irak arasında zaman zaman su konusunda anlaşmazlıklar ve  tartışmalar yaşanmıştır. Ama bu tartışmaların nedeni gerçekten ekonomik midir? Yani Birleşmiş Milletlerin (BM) Su Raporunda belirtildiği gibi 2025 yılında su sıkıntısı çekecek ve 2040 yılına gelindiğinde, su ihtiyacı had safhaya ulaşan Suriye ve Irak Türkiye’ye savaş açacak mı? Savaş açılırsa bunun hukuki dayanağı var mıdır? Ayrıca, bu gerçekten ekonomik nedene dayanan bir savaş mı olacaktır, yoksa siyasi ve “küresel” nedenleri var mıdır? Bu sorulara cevap verebilmek için, sorunun kökenine inmek ve uluslar arası hukuk açısından ve siyasi açıdan bir değerlendirme yapmak gerekmektedir.

 

Tarihte bir çok medeniyetin can damarları olan Fırat ve Dicle nehirlerinin toplam olarak yaklaşık 85 milyar metreküp su kapasitesi bulunmakta olup, bu iki nehirden bırakılan suyun % 42’sini Irak, % 58’ini ise Suriye kullanmaktadır. Suriye ile su sorunu Türkiye’nin GAP Projesi çerçevesinde Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde toplam 21 baraj ve 19 hidroelektrik santralini inşa etmeye karar vermesiyle başlamıştır. 1987 yılında Atatürk Barajının doldurulmasından önce Suriye ile bir protokol imzalayan Türkiye yaklaşık saniyede 500 metreküp su bırakmayı taahhüt etmiş ve bu protokole hep sadık kalmıştır.

GAP Projesi çerçevesinde, 1990 yılı başında Atatürk Barajı’nda su tutulmaya başlandığında, Suriye ve Irak başta olmak üzere Arap dünyası tepki göstermiş ve uluslar arası camiada Türkiye aleyhine kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır. Bu çerçevede Suriye PKK’yı destekleyerek su konusunda Türkiye’ye şantaj yapmaya devam etmiştir. Öte yandan, Türkiye iyi niyetli davranarak Suriye’ye ihtiyacı olan suyu vermeye devam etmiştir. Uyarılara kulak asmayan Suriye sınırına Türkiye Ekim 1998’de yığınak yapmış ve yetkililer Suriye’yi sert bir şekilde uyarmıştır. Bunun üzerine PKK elebaşı Abdullah Öcalan sınırdışı edilmiş ve uzun süren bir maceralı takibin ardından yakalanarak Türkiye’ye getirilmiştir.

İddialar ve Talepler

Suriye, Dicle ve Fırat nehirlerinin “sınır aşan” değil “uluslar arası sular”[1] kategorisinde bulunduğunu ve dolayısıyla da kıyıdaş ülkeler, yani Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaşılması gerektiğini iddia etmekte ve sorunun uluslar arası kuruluşların hakemliği ile çözülmesini talep etmektedir. Türkiye ise BM Uluslararası Hukuk Komisyonunun hazırladığı taslağa yaptığı itirazı burada da yapmaktadır. Özetle Türkiye, “sınır aşan sular” ve “sınır oluşturan sular” arasında bir ayrım yapılmasını talep etmekte ve ikisinin birden aynı kategoriye konularak, uluslararası sular statüsünün kabul edilmesine itiraz etmektedir.

Bu çerçevede, Türkiye sorunun taraflar arasında üç aşamalı bir plan dahilinde çözülmesini; Asi nehri de dahil bölgedeki bütün su kaynaklarının görüşmelerde ele alınmasını önermiştir. Ancak, bu öneriyi kabul etmeyen Suriye, Asi nehrinin Türkiye’ye geçtiği il olan Hatay’ı hala kendi toprağı olarak kabul ettiği için bu nehri görüşmelerin dışında tutmaya çalışmaktadır.

Uluslararası Helsinki Sözleşmesine göre ise; bir ırmağın uluslararası su olabilmesi için en az iki ülkeden geçerek denize ulaşması ve ırmak üzerinde su ulaşımı yapılabilmesi gerekmektedir. Fırat ve Dicle nehirlerinde ulaşım olmadığı için, bu nehirler uluslararası su kategorisine dahil edilmemelidir.

“Su”dan Savaş Senaryoları

Son dönemde dünyada yaşanan gelişmeler ve ABD’nin Afganistan ve Irak’ı işgaliyle birlikte uygulamaya konulan Genişletilmiş Ortadoğu Projesi açısından, enerji nakil hatları için güvenli bir köprü niteliğinde olan ve önemli su potansiyeline sahip olan Türkiye çok daha önemli hale gelmiştir.

Gelişmeler göstermektedir ki, 21. yüzyılda enerji ile birlikte en önemli kaynak su olacaktır. Burada suyun önemi, su kaynaklarının kirlenmesi ve kuruması ile su ihtiyacının artmasından  kaynaklanan bir önemden daha çok, Henry Kissinger’in “veciz” bir şekilde ifade ettiği gibi, devletleri ve halkları kontrol etmede bir araç olarak kullanılabilir olmasından kaynaklanan bir önemdir. Kissinger; “Devletleri kontrol etmek için petrolü, halkları kontrol etmek için suyu kontrol etmek yeterlidir” diyor. Bu durumda “ ‘sudan’ bir savaş çıkarılarak, bölge kontrol altına alınmak mı isteniyor?” sorusu aklımıza takılmaktadır.

ABD’nin ve küresel güçlerin suyu bir manivela olarak kullanma istekleri, ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından olan Stratejik ve Uluslararası Araştırmalar Merkezi’nin (CSIS) 30 Eylül 2005 tarihinde yayınlanan “Global Water Futures” (Küresel Su Geleceği) adlı çalışmada açıkça ifade edilmektedir. Raporda aynen şöyle denilmektedir: “Şimdiden bölgesel krizlere neden olan küresel su sorunu, gelecekte çatışmaların ve istikrarsızlıkların nedenini oluşturacaktır… Su sıkıntısı, arz ve talep arasındaki dengesizlik nedeniyle insanlığı dünya tarihinin bir dönüm noktasına doğru sürüklemektedir. Su sorunları, jeopolitik istikrarsızlıkların nedenini oluşturacaktır… Çözümler, bölgelerin sosyoekonomik, politik ve coğrafi şartlarına göre düzenlenmelidir.  ABD ulusal güvenlik stratejisini güçlendirmenin ylu olarak su sorununun öncelikler listesindeki yerini yükseltmelidir. Bir ABD su politikası şarttır.”

27.10.2005 tarihli Radikal Gazetesi’ndeki yazısında ABD’nin suya verdiği öneme ve CSIS’in söz konusu raporuna değinen emekli tuğgeneral Nejat Eslen’in bu konuda vardığı sonuç çarpıcı. Eslen, “kendisini küresel enerji güvenliği için sorumlu gören ve bu nedenle de gerekli gördüğünde askeri inisiyatifler kullanan ABD, şimdi de küresel su sorununu, gerektiğinde bölgesel girişimler de dahil olmak üzere çözmeye hazırlanmaktadır. Bir başka ifadeyle ABD’nin kendisini küresel su güvenliği için de sorumlu gördüğünü” söylemektedir.

Aslında, ABD suyun doğal kaynak ve ihtiyaç niteliğinden çok küresel hegemonyanın sürdürülmesi için bu bölgenin kontrolünde bir “manivela” olarak kullanılabilme potansiyeliyle ilgilenmektedir.

ABD’nin ve küresel güçlerin bölgeye verdiği önemin yanı sıra, AB’nin de bu hususa Türkiye ile ilgili ilerleme raporunda yer vermesi konunun ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. İlerleme raporunda; Fırat ve Dicle’nin idaresinin barajlarla birlikte uluslar arası bir komisyon tarafından yönetilmesi açık bir şekilde talep edilmektedir.

Şimdi de uluslararası  meselelerde sorumluluk alması gereke Birleşmiş Milletlerin(BM) Su Raporuna bir göz atalım. BM Su Zirvesi ve 22 Mart Dünya Su Günü nedeniyle hazırlanan ve BM Su raporunda Türkiye ile ilgili olarak şu görüşlere yer verilmiştir: Şu anda dünyadaki 188 ülkenin 50’sinde kullanma suyu sorunu olduğu ve 2005 yılının kuraklık için dönüm noktası olduğu vurgulanan raporda, Türkiye’de 2005 yılından itibaren kuraklık olacağı ve sıkıntının Türkiye dışında Arap yarımadası, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da da hissedileceği ifade edilmektedir. 2005’ten sonra ikinci kritik yıl ise kuraklık ve beraberinde meydana gelebilecek hastalıklar için tehlikeli olacak olan 2025 yılıdır. 2025’te Türkiye için tehlikenin artacağını söyleyen BM Raporu, asıl kritik yılın ise 2040 yılı olacağını belirtmektedir. “BM Senaryosuna” göre; Suriye ile Irak bu dönemde susuzluktan kırılacak, tarlalarda bir şey yetişmez hale gelecek ve bölgede sınır aşan nehirler (yani Dicle ve Fırat) yüzünden savaşlar çıkacak, hatta Irak ve Suriye hiç düşünmeden Türkiye’deki barajlara füze saldırısı düzenleyecek. Bu “vahim” senaryoyu yazan raporda, su savaşları ihtimalinin ortadan kalkması için şimdiden önlem alınması isteniyor.

İşte size ABD, AB ve BM’nin su meselesine bakış açılarını gösteren görüşleri…Bunun üstüne, ABD’nin Irak’ı işgalini ve Suriye’yi sıkıştırmaya başlamasını, bu çerçevede Hariri suikastini ve Irak’taki direnişi bahane ederek Suriye’ye baskı uygulamalarını, ayrıca Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün ABD Dışişleri Bakanı Rice ile görüşmesinin ardından hemen Suriye’ye giderek mesaj iletmesini koyduğumuz zaman, Suriye ve suyun önemi daha iyi anlaşılmaktadır.

Ortadoğu ülkelerinin su ihtiyacını karşılayan Fırat ve Dicle nehirlerinin kaynakları, jeopolitik ve jeostratejik açıdan daha da önem kazanmaktadır. Hatta bu konunun Ekim ayı sonunda toplana ve Milli Güvenlik Siyaset belgesi’nin kabul edildiği Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısında gündeme geldiği ve toplantıda Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın Fırat ve Dicle nehirlerinin havzalarındaki su kaynaklarının korunması amacıyla geliştirilen “su güvenliği stratejisi” ve bu çerçevede planlanan yatırımlar hakkında bilgi verdiği basına yansıdı.

Ben merak ediyorum! Acaba bu stratejide yukarda bahsedilen savaş senaryoları yer aldı mı? MGK toplantısında bu konular tartışıldı mı? Acaba böyle bir savaş ihtimali bahane edilerek, BM veya kendine durumdan vazife çıkararak ABD (doğrudan veya BM onayıyla) bölgeye müdahale edebilir mi?

Bu nasıl olur diyorsanız, ben size BM Genel Kurulu’nun 21 Mayıs 1997 tarihinde kabul ettiği “Uluslararsı Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımı Kanunu Hakkındaki Sözleşmesi” başlığını taşıyan kararından kısaca bahsedeyim, sonra siz yorumunuzu yapın. Türkiye, Çin ve Brundi’nin red oyu verdiği kararda, sınır aşan veya sınır oluşturan suların yer aldığı havzalar uluslararası su yolları olarak tanımlanmakta ve kıyıdaş olan ülkelerin yanı sıra bu ülkelerle ekonomik anlaşmaları olan ülkelere de görüşmelere katılma yolunu açmakta ve bu suların haksız ve makul bir şekilde kullanılması ve kıyıdaş ülkelerde önemli zararlara neden olunmaması talep edilmektedir. Kısacası, bu karar kıyıdaş olmayan ülkelerin de anlaşmazlık konusunda taraf olmasının ve konunun uluslararası  bir tartışmaya dönüştürülmesinin yolunu açmıştır.

Sonuç:

“Sudan” bahanelerle çıkarılabilecek bir su savaşının, hukuki ve siyasi gerekçeleri hazırlanmış ve senaryo halinde kamuoyuna sunulmuş görünmektedir. Aslında, bu bir senaryo değil, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesinde olduğu gibi, önceden hazırlanmış bir stratejinin parçası gibi görünmektedir. Bize düşen ise aklı selim ile bu sorunları ve arka planını ele almak ve sorunlara kalıcı çözümler bulmaktır. Aksi takdirde, birileri bizim adımıza sorunu çözmeye(!) talip olacaktır.

Kendi stratejisini belirleyen, komşularıyla doğrudan diyalog kuran ve konuya samimi yaklaşan bir Türkiye bu sorunları çözecek ve bölgede bir stratejik güç olacak dinamiklere sahiptir. Bizler, geçmişte bunun örneklerini sergilemiş ve dünya barışına önemli katkıda bulunmuş bir milletin ve “Yurtta barış, dünyada barış” diyen Atatürk’ün torunlarıyız. Yeniden Türk-İslam medeniyetini ihya ederek bölgede bir lider olmamız ve bölgeye barış ve huzur getirmemiz mümkündür. Yeter ki, Türkiye başkalarının zorlama senaryolarında rol kapma telaşına düşmeden, alternatifleri dikkate alarak kendi senaryosunu kurgulayıp oynayabilsin ve oynatabilsin.

Su akar yolunu kendisi bulur!

Savaş değil, barış olur!

[1] Bir ülkede doğduktan sonra başka bir ülkeye veya ülkelere geçen sulara sınır aşan sular; iki ülke arasında yer yer sınır boyunca akan sulara da sınır oluşturan sular denilmektedir.

Gece
Gündüz