0(312) 216 11 09

I - Türkiye Ekonomisinde Gelişmeler: 1923-2003

Türkiye, 1923 yılında cumhuriyetin kurulmasından 1970'lerin sonuna kadar, (1950-1953 arası kısa süreli liberalizasyon dönemi hariç) büyük ölçüde hükümet müdahalelerine dayanan içe dönük bir iktisat politikası izlemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, özel sektörün eksikliği nedeniyle, hükümet sanayileşmeyi hızlandırmak için kamu iktisadi teşebbüsleri kurmak suretiyle ekonomide önemli bir görev üstlenmiştir. Benimsenen Devletçilik ilkesi çerçevesinde, Birinci (1933-1937) ve İkinci (1938-1942) Beş Yıllık Sanayi Planları uygulamaya konmuştur.[1]

1950’lerin başında Demokrat Parti iktidarıyla başlayan ekonomik büyümenin, Merkez Bankası kaynaklarından finanse edilmesi, enflasyonun artmasına ve ödemeler dengesinin bozulmasına yol açmıştır. Bu gelişmeler sonucunda 1958 yılında bir istikrar programı uygulanmak zorunda kalınmıştır.[2] 1960 ihtilalinden sonra iktisat politikasında değişiklik olmuş ve planlı kalkınma anlayışı benimsenerek 1963 yılında Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur. Planlı kalkınma anlayışıyla birlikte ekonomik kalkınma stratejisi değişmiş ve ithal ikameci sanayileşme stratejisi benimsenmiştir (Öniş ve Riedel, 1993: 17; ve Akbank, 1980: 96-97). Beş Yıllık Kalkınma Planlarının ilk ikisi (1963-1967 ve 1968-1972) de bu içe dönük stratejiyi resmi hale getirmiştir.

1960’ların sonuna doğru yaşanan uluslararası rezerv eksikliği ve artan dış ticaret açığından kaynaklanan ödemeler dengesi krizinin bir sonucu olarak, 1970 yılında ithalata yönelik miktar kısıtlamaları artırılmış ve Türk lirası devalüe edilmiştir. 1970’lerin ilk yıllarında, hızlı bir büyüme oranı, düşük enflasyon ve cari işlemler fazlasına sahip olan Türkiye ekonomisi iyi bir performans yakalamıştır. Ancak, Türkiye’nin ithalatında önemli yeri olan petrolün fiyatında büyük bir artışa neden olan birinci petrol krizi, ülkenin bu performansını olumsuz etkilemiştir. Büyüme performansı Üçüncü Beş Yıllık Plan döneminde (1973-1977) de sürdürülmesine rağmen, bu durum enflasyon ve ödemeler dengesinde bozulmaya yol açmıştır. 1970’lerin ikinci yarısında cari işlemler fazlası petrol fiyatlarındaki artış ile ihracat ve işçi dövizlerindeki durgunluğun da etkisiyle açığa dönüşmüştür. Türkiye 1970'lerin sonunda yüzde 100'e varan enflasyon, ağır borç yükü ve döviz darboğazıyla karşı karşıya kalmıştır.[3]

Kısacası, 1950-1980 dönemi, Türkiye’nin aşağı yukarı her on yılda bir ekonomik kriz yaşadığı bir dönem olmuş ve bu çerçevede 1958, 1970 ve 1980 yıllarında farklı özelliklere sahip olsalar da ekonomiyi tekrar rayına oturtmaya yönelik istikrar programları uygulamaya konulmuştur. Ancak, 1970’lerin sonunda yaşanan kriz daha ciddi boyutta olmuş ve ardından uygulamaya konan ve 12 Eylül yönetimi sonrasında da uygulamaya devam edilen 24 Ocak 1980 istikrar programı ülkedeki temel iktisat politikası yaklaşımını ve iktisat sistemini değiştiren önlemler içerdiği için uzun yıllar tartışılmış ve tartışılmaya devam etmektedir.

Yüksek enflasyon oranının, giderek kötüleşen ödemeler dengesinin ve negatif büyüme oranının baskısıyla yapısal reformların gerekli olduğuna sonunda kanaat getiren hükümet, 24 Ocak 1980'de Ortodoks bir istikrar programını uygulamaya koymuştur.[4] Program, ekonomiyi istikrara kavuşturacak, ihracat artışını teşvik edecek ve kademeli olarak hem ticaret engellerini hem de dövizle ilgili kısıtlamaları kaldıracak köklü önlemler içermekteydi. Bu radikal önlemler ile mali sistemi ve finansal piyasaları içeren diğer yapısal reformlar elli yıllık korumacı anlayışı bir ölçüde sona erdirmiş ve serbest piyasa ekonomisinin tesisini sağlayacak olan yapısal değişiklikler dönemini başlatmıştır. Hükümet, ihracatı artırarak giderek kötüleşen ödemeler dengesini iyileştirmek ve böylece ekonomiyi canlandırmak amacıyla gerçekçi bir döviz kuru politikası uygulamayı amaçlamıştır. Esnek döviz kuru politikası ve Türk lirasının kademeli olarak değerlendirilmesi, ihracatçıları teşvik etmede ve ithalatı azaltmada, bir noktaya kadar başarılı olmuştur. Bu gerçekçi döviz kuru politikasına ilave olarak, ihracatta vergi iadesi ve ihracat reeskont kredisi gibi diğer ticaret politikası araçları da ihracatın artırılmasında etkili olmuştur. Artan ihracat ve hızlı ekonomik büyüme sayesinde Türkiye ödemeler dengesi problemini 1980'lerin ikinci yarısında çözmüş, hatta 1980'lerin sonuna doğru ödemeler dengesi fazlası kaydetmiştir. Ancak, 1987  Kasım ayında yapılan seçimler öncesinde seçim ekonomisi uygulamaları nedeniyle mali disiplindeki gevşeme ve enflasyonun beklenenden yüksek çıkması sonucu bir devalüasyon beklentisi oluşmuştu. Dolayısıyla, resmi döviz kuru ile serbest piyasa kuru arasındaki makas açılmıştı. Reel faiz oranlarının da negatif hale gelmesi döviz talebinde aşırı bir artışa yol açmıştı. Bu nedenlerle döviz piyasasındaki dengesizliği gidermek üzere 4 Şubat 1988 kararları uygulamaya konuldu. Kamu harcamaları kısıldı, KİT ürünlerinin fiyatları artırıldı, sıkı para politikası uygulanarak, mevduat munzam karşılıkları ve disponibilite oranları artırıldı. Kısıtlayıcı para ve maliye politikaları içeren kararların uygulanması ile döviz piyasasında istikrar sağlandı, ancak büyüme yavaşladı ve enflasyon düşürülemedi (Öniş ve Riedel, 1993: 47-48). 

Ancak, daha sonra bozulmaya başlayan ekonomik durum 1990'ların başında Körfez Krizi'nin de etkisiyle içinden çıkılmaz bir hale gelmiş, daha sonra da seçim ekonomisi uygulamaları nedeniyle ekonomide kalıcı önlemler alınamamıştır. Hükümetin yanlış borçlanma politikası sonucunda, faizler ve kurlarda ortaya çıkan istikrarsızlık, Türkiye’nin kredi değerlendirme notlarının düşmesiyle birleşince 1994 yılı başında bir finansal kriz yaşanmıştır. Yerel seçimler nedeniyle gerekli önlemleri hemen alamayan hükümet, seçimlerden sonra, ekonomiyi istikrara kavuşturmak amacıyla çok uzun süredir beklenen 5 Nisan Kararlarını uygulamaya koymuştur. Bu kararlar ekonominin ateşini düşürmede bir ölçüde başarılı olmuşsa da yüksek enflasyon oranı, aşırı dış ve iç borç yükü sorun olmaya devam etmiştir. 1995 yılı sonundaki seçimler öncesinde uygulanan seçim ekonomisi ve sonrasında 1996 ve 1997’deki istikrarsız koalisyon hükümetleri ve 1998’deki azınlık hükümeti sorunların çözümü için köklü önlemler almak bir tarafa, günlük kararlarla ekonomiyi idare ederek sorunların daha da büyümesine yol açmıştır.

1990’ların ikinci yarısında da siyasal istikrarsızlıklar nedeniyle yapısal sorunlar çözülemediği için tekrar krizler gündeme gelmiştir. 1999 yılında IMF ile yapılan Stand-by Anlaşması ve buna bağlı olarak uygulanan Enflasyonu Düşürme Programı başlangıçta kamuoyu ve uluslararası finans çevrelerinin büyük ölçüde desteğini almıştı. Ancak, döviz kuru çıpasına dayalı bu program, maliye politikasıyla desteklenmediği, yani kamu açıkları ve borçlanma sorunu çözülemediği için 2000 yılı sonunda kamuoyu ve piyasalar nezdinde güvenilirliğini yitirmiş ve Kasım 2000 sonunda bir likidite krizi yaşanmıştır. Kriz bir uyarı olarak algılanmamış, yani reel sektördeki sıkışmayı ve dış ticaret dengesindeki bozulmayı dikkate almamış ve programa revize etmeden devam edilmiştir.

Ancak, piyasalarda programa olan güven sarsıldığı için devalüasyon baskısı artarak devam etmiş, 19 Şubat’ta yaşanan siyasi kriz de yeni bir krizin ateşleyicisi olmuştur. Resmi olarak devalüasyon yapılmasa da sabit kur sistemi terkedilerek dalgalı kura geçilmek zorunda kalınmış ve bir haftada yaklaşık % 40'lar düzeyinde bir fiili devalüasyon gerçekleşmiştir. Bu kriz ekonomik dengeleri bozmuş ve faizler aşırı boyutlara yükselmiştir. Bozulan dengeleri düzeltmek ve ekonomiye yeniden işlerlik kazandırmak amacıyla Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı adı altında bir istikrar programı uygulamaya konulmuştur. Kriz reel ekonomiyi büyük ölçüde etkilemiş ve birçok işyeri kapanmış, onbinlerce kişi işsiz kalmıştır. 2003 yılına geldiğimizde finansal sistemde istikrar sağlanmış ve enflasyonda belli bir düşüş sağlanmış olmakla birlikte, reel kesim tedirginliğini henüz tam olarak atamamıştır ve bu durum üretim ve büyümeyi olumsuz olarak etkilemektedir.

 

2000 yılı Kasım ve 2001 yılı Şubat aylarındaki krizlerden sonra "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" başlığı altında yine uluslararası Para Fonu'nun (IMF) desteği ile makro düzeyde yeni düzenlemelere gidilmiştir. Aslında bu program, 1999 yılı sonunda, IMF ile yapılan ve yürürlüğe konulan Stand by anlaşmasının uzanan bir çizgisidir. O anlaşmada belirtilen genel strateji değişmemiştir. Temel yaklaşım; yine enflasyonun ortadan kaldırılması, kamu maliyesinin sağlıklı bir yapıya kavuşturulması ve ekonomik büyümemizin önündeki yapısal engellerin ortadan kaldırılmasıdır. Şu farkla ki, yeni programa geçiş ile stratejik önem taşıyan öncelikler yer değiştirmiştir

Yeni programın ana amacı ekonomik istikrarı sağlayarak Ülkemizi sürdürülebilir bir büyüme sürecine sokmaktır. Sıkı para ve maliye politikalarının uygulanması, iktisadi etkinliği artırmaya ve bankacılık ile kamu finansmanı alanlarındaki yapısal problemleri çözmeye yönelik yapısal reformların gerçekleştirilmesi ve sosyal diyaloğun güçlendirilmesi; programın temel taşlarıdır.

Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı çerçevesinde para politikasının temel amacı enflasyonu kontrol altına almak ve gerekli önkoşullar gerçekleştiğinde enflasyon hedeflemesi uygulamasına geçerek fiyat istikrarının sağlanması olarak belirlenmiştir.

3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından, tek partili bir hükümetin kurulmasının getirdiği olumlu beklentierin de etkisiyle, enflasyonda önemli bir düşüş sağlanmış ve TÜFE enflasyonu 2004 sonu itibarıyla % 10’un altına inmiştir. Güçlü ekonomiye geçiş programı çerçevesinde Merkez Bankası bir tür örtük enflasyon hedeflemesi politikası uygulamıştır. Ancak, enflasyondaki düşüş ve büyüme oranlarındaki artış işsizlik oranlarının düşmesine katkıda bulunmamıştır.

Öte yandan, enflasyonun düşmesine önemli katkıda bulunan aşırı değerli döviz kuru, ithalatın ihracattan çok daha hızlı artmasına ve 2004 yılı sonu itibarıyla, cari işlemler açığının 15.6 milyar dolarla rekor düzeylere ulaşmasına neden olmuştur. 2002 yılında 1.5 milyar dolar olan cari işlemler açığı, 2003 yılında 8 milyar dolara, 2004 yılında da 15.6 milyar dolara ulaşmıştır. Milli gelirin % 5.2’sine karşılık gelen cari işlemler açığı ciddiye alınması ve önlem alınması gereken bir husustur.

Cari işlemler açığı tarihi seviyelere çıkmasına rağmen döviz kurunun buna tepki vermemesi çok dikkat çekicidir. Bunun nedeni ise hala yüksek seviyelerde olan reel faiz için gelen sıcak para girişidir. Yabancı yatırımcılar yüksek kurdan bozdurdukları dövizi yüksek reel faiz veren hazine kağıtlarına ve hisse senetlerine yatırmaktadırlar. Daha sonra da bu tür para girişleri nedeniyle düşen kur seviyesinden paralarını yabancı paraya çevirerek yurt dışına çıkarmakta ve hem faizden hem de kurdan kazanmaktalar.

Uygulanan bu politika, sadece kaynaklarımızın yurt dışına çıkmasına neden olmamakta, aynı zamanda ekonomide kırılganlığı artırarak risk oluşturmaktadır. Bu konudaki vurdumduymazlık devam eder ve önlem alınmazsa, ani bir iç veya dış şok durumunda Türkiye yeni bir krizle karşı karşıya kalabilir.

Giriş

Ekonomi gerçekten iyiye mi gidiyor? Yoksa kötüye mi? Acaba kimin dediği doğru? Ekonomideki gelişmelere ilişkin farklı yorumlar ve görüşler ortaya atılıyor. İktidar ve bir kısım köşe yazarı ve ekonomist pembe tablolar çizerken, bazı kesimler de acı gerçeklerden bahsediyor ve rakamlardaki iyileşmelere rağmen halkın özellikle de orta ve dar gelirli kesimin bu iyileşmeyi hiç hissetmediğini ifade ediyor.

Büyümede rekor kırıldığını, enflasyonun düştüğünü, faizlerin düştüğünü, ihracatın rekor düzeylere ulaştığını söyleyenler bir tarafta; büyümenin sanal olduğunu, işsizliğin arttığını, ithalatın ve dış ticaret açığının arttığını, cari açığın rekor düzeylere ulaştığını, gelir dağılımının bozulduğunu söyleyenler diğer tarafta. Kimin söylediğinin doğru olduğunu anlayabilmek için ekonomideki gelişmelerin hem rakamsal boyutuna hem de perde arkasına göz atmak gerekmektedir. Bu çalışmada önce büyüme ve işsizlik, sonra da cari işlemler açığı, borç sorunu, yolsuzluk gibi hususlar ele alınmaktadır.

Sonuç: Pembe Tablolar ve Makyajlı Rakamlar Gerçek Durumu Yansıtmıyor

Büyüme rakamlarında geçen yıl baz yılı kaydırmasıyla yapılan revizyona, bu yıl sadece düzeltme amacıyla devam edildiği ve revize oranının sürpriz bir şekilde yükseldiği görülmektedir. Ama, bu tartışmaların istatistiklerin güvenilirliğini kaybetmesinden kaynaklanması ekonomi açısından iyi bir şey değil. AKP Hükümeti sürekli olarak rakamların hesaplanmasında şeffaf olmayan değişiklikler yaparak, bir taraftan pembe tablolar çizmek isterken, bir taraftan da rakamların serilerini ve ağırlıklarını değiştirerek dönemler arası mukayese yapma imkanını ortadan kaldırmaktadır.

Eğer, “istatistiklerin ağzı olur, dili olmazsa”[i] bu istatistiklerden bir şey anlamak mümkün değildir. Tabii ki, istatistikler konusunda kurumların şeffaf olması güvenilirlikleri açısından çok önemlidir. Ancak, bu durum sadece büyüme rakamlarıyla ilgili değildir. 2003 yılında 5 milyar dolar, 2004’te 3 milyar dolar kaynağı belli olmayan para girişi olur, kimseden bir açıklama gelmez; turizm gelirlerine yurtdışındaki Türk işçilerinin harcamaları dahil edilir turizm gelirleri birden yükselir, bir açıklama gelmez; dış ticaret açıkları açıklanırken ithalat CIF olarak dikkate alınmaya başlanır ve dış ticaret açığı milyarlarca dolar düşük gösterilir, açıklama gelmez; bazı rakamlar bir yerde IMF tanımlı bir yerde Maliye, TCMB veya Hazine tanımlı olur yine açıklama gelmez... Sonra da, DİE’nin açıkladığı ve medyanın ön plana çıkardığı rakamlarla pembe tablo çizilir ve bizlerden de buna inanmamız beklenir.

Ancak, rakamlardaki bu beklenmedik, ya da sürpriz artışlara rağmen, işsizlik, özellikle de genç ve eğitimli nüfus arasındaki işsizlik artmaya devam etmektedir. Üretime dönük olan sanayi ve tarım sektörünün (şişirilmiş rakamlara göre bile) GSMH içindeki payı azalırken, büyük ölçüde tüketime yönelik olan inşaat, ulaştırma ve ithalatın payının artması aslında işsizliğin niçin azalmadığını göstermektedir.

Yukarda ayrıntıları açıklanan sanal (ya da hormonlu) büyüme, büyük ölçüde ithalata dayalı olup, dış ticaret açığı ve cari işlemler açığına yol açmaktadır. Cari işlemler açığı ise “düşük kur -yüksek faiz” politikasıyla cezbedilen sıcak para ve dış borçlanma ile finanse edilmektedir. Ürettiğimiz miktar harcadığımızı karşılamadığı gibi, harcadıklarımız da hızla artmaktadır. Başka bir deyişle, bir mirasyedi gibi harcamakta, sonra da bu harcamaları borçlanma yoluyla finanse etmekteyiz. Borç stokunun ve cari işlemler açığının ulaştığı bu boyut ekonomide kırılganlığı artırmakta ve krize açık hale getirmekte olup, sürdürülebilir bir durum değildir. Önlem alınmadığı takdirde, ani bir iç veya dış şok durumunda 2001’de yaşanandan daha ciddi bir krizle karşılaşabiliriz.

Kısacası, çizilen pembe tablolara rağmen işsizlik devam etmekte ve esnaf, sanatkar ve çiftçinin sıkıntıları giderek artmakta, senet ve çeklerin ödenmemesinin yanı sıra dar gelirli vatandaşlar da kredi kartı borçlarını ödeyememe sorunuyla karşı karşıya kalmaktadır. Cari açık ve buna bağlı olarak ekonomideki kırılganlık da giderek artmaktadır. Bir iç veya dış şok durumunda 2006 yılında ekonomide ciddi bir kriz yaşanması kaçınılmaz hale gelebilir.

[1] Devletçilik ilkesi ve Beş Yıllık Sanayi Planları için bkz. İnan (1972) ve (1973).

[2] Türkiye ekonomisinde bu dönemdeki gelişmeler ve 1958 istikrar programına ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Öniş ve Riedel (1993: 11-17); ve Akbank (1980: 91-113).

[3] 1970’lerin sonundaki gelişmeler için bkz. Günal (1993).

[4] 24 Ocak Kararlarının öncesi ve sonrasında uygulanan programla ilgili ayrıntılı tartışma için, bkz. Günal (1993) ve Saracoğlu (1987).

[i] İstatistiklerin manipülasyonuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Günal, Mehmet (2006) “İstatistiklerin Manipülasyonuyla Kriz Önlenir mi?” http://www.etikhaber.com/index.php?option=com_content&task=view&Itemid=32&id=89

Gece
Gündüz