Doç. Dr. Mehmet GÜNAL
Giriş
Türkiye’de Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizlerine paralel olarak bankacılık sektöründe önemli sorunlar yaşanmıştır. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) kurulmasıyla başlayan Bankacılık Sektörü yeniden Yapılandırma Programı kapsamında özel bankalar ve kamu bankaları yeniden yapılandırılmıştır. Bu süreçte, birçok banka Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmiş, ya da faaliyetine son verilmiştir. Bu çerçevede, batması gereken bazı bankalara el konulmamış, el konulmaması gereken bazı bankalara ise el konulmuştur. Daha sonra bu bankaların bazıları birleştirilerek “yok fiyatına” satılmış, bazıları da birleştirilerek tasfiye edilmiştir. Şu anda, birkaç bankanın birleştirilmesinden oluşan bir banka geçiş bankası olarak faaliyet göstermeye devam etmektedir.
Krizin ardından genel olarak finans sektöründe, özel olarak da bankacılık sektöründe başlayan yabancılaşma, yani yabancı sermaye girişi 2005 yılında iyice hızlanmış ve2006’da da devam etmektedir. Son olarak, Garanti Bankasının General Electric grubuna, Tekfenbank ve Finansbank’ın sermayesi Yunan kilisesine ait bankalara, Denzibank’ın da Holandalı Dexia grubuna satılması tartışmaları hızlandırmıştır.
Bu çerçevede, yazımızda önce dünyada krizler sonrası, özellikle de Asya Krizi sonrası dönemde krizden etkilenen ülkelerde bankacılık sektöründe yabancı sermayenin artışı ele alınacaktır. Daha sonra da Türkiye’deki gelişmeler ele alınacak ve değerlendirmelerde bulunulacaktır.
1990’lı yıllarda artan teknolojik gelişmeler ve küreselleşmeye paralele olarak, birçok ülkede finans sektöründe serbestleşme politikası uygulanmıştır. Bu çerçevede, yabancıların banka kurmasına, şube açmasına ve banka satın almasına izin verilmiştir. Bu gelişmelere paralel olarak, gelişmekte olan ülkelerde yaşanan krizler ve özellikle de Asya Krizi’nin ardından bazı ülkelerin finans sektörlerinde yabancı sermayenin payının çok ani ve önemli ölçüde arttığı görülmüştür.
Aşağıdaki tabloda da görüleceği gibi, özellikle Latin Amerika ülkelerinde bankacılık sektöründe yabancı sermaye önemli ölçüde artmıştır. Arjantin, Şili ve Venezüalla’daki artışlar çok çarpıcıdır. Arjantin’de beş yıl içinde yabancıların payı % 17.9’dan % 48.6’ya yükselmiştir. Şili’de ise 1994’te % 16.3 olan yabancı bankaların payı 1999’da % 53.6’ya yükselmiştir. Venezüella’daki artış ise daha çarpıcı olmuş ve 1994’te % 0.3 (yok denecek düzeyde!) olan yabancı payı 1999’da % 43.9’a çıkmıştır.Meksika’da da yabancı sermaye oranı 2000 yılı itibarıyla % 40’ı bulmuştur. Rakamların kolay mukayese edilebilmesi için aynı yıllar alınmaya çalışıldığından, 1999 yılı verileri kullanılmıştır. Bu rakamlar son durumu yansıtmamakla birlikte kriz sonrasındaki yabancı sermaye girişini göstermesi açısından çarpıcıdır. Son durum itibarıyla elimizde kesin veri olmamakla birlikte yabancı sermayenin payının 2000’li yıllarda da artmaya devam ettiğini söyleyebiliriz.
Krizler Sonrası Bankacılık Sektöründe
Yabancı Sermayenin Payında Artışlar
|
Toplam Aktifler Aralık 1994 |
YabancılarıKontrolü Aralık 1994 |
Toplam Aktifler Aralık 1999 |
Yabancıların Kontrolü Aralık 1999 |
|
(Milyar $) |
( %) |
(Milyar $) |
(%) |
Arjantin |
73.2 |
17.9 |
157.0 |
48.6 |
Brezilya |
487.0 |
8.4 |
732.3 |
16.8 |
Şili |
41.4 |
16.3 |
112.3 |
53.6 |
Meksika* |
210..2 |
1.0 |
204.5 |
18.8 |
Venezuela |
16.3 |
0.3 |
24.7 |
43.9 |
Kore |
638.0 |
0.8 |
642.4 |
16.2 |
Malezya |
149.7 |
6.8 |
220.6 |
11.5 |
Tayland |
192.8 |
0.5 |
198.8 |
5.6 |
* Meksika’nın 2. ve 3. büyük bankası Mayıs ve Haziran 2000’de satılmış ve oran %40 olmuştur. |
Türk bankacılığının yabancı sermayeye açılması, Türk ekonomisinin dışa açılmasına paralel bir seyir izlemiştir. 1980’lerin başında dışa dönük ekonomik politikalar ve finansal serbestleşme dönemlerinde bazı yabancı bankalar şube açarak Türkiye’ye girmişlerdir. Bu çerçevede, yabancı bankaların toplam sektör içindeki payı % 3’leri geçmemiş ve etkinlikleri sınırlı kalmıştır. Son birkaç yıldır, özellikle de kriz sonrasında önemli bir artış yaşanmış ve hala yaşanmaktadır.
Kriz sonrasında yeniden yapılanan bankacılık sektöründe yabancı sermayeli banka sayısı hızla artmaktadır. 2005 yıl sonu itibariyle Türkiye'de faaliyette bulunan 47 bankanın 13’ü yatırım bankası iken, 2 banka Tasarruf Mevduatı Sigorta fonu bünyesinde yer almaktadır. Geri kalan 32 bankadan Finansbank ile son satılan da dahil edildiğinde 14'ü doğrudan yabancı sermayeli banka statüsündedir. Geri kalan 18 ticari banka içinde Türk Ekonomi Bankası, Garanti Bankası, Yapı Kredi Bankası, Koçbank'ta eşit oranlarda yabancı ortak bulunmaktadır.
Önce bankacılık sektöründeki yabancı girişlerine kısaca bir göz atalım:
Bu satışların hepsi kamuoyunda önemli ölçüde tartışıldı. Ama en çok tartışılan Yunan bankalarının Türkiye’de banka alması oldu. Türkiye’nin aktif büyüklükteki 9. bankası Finansbank’ın yüzde 46 hissesini alarak yeni ortağı olan National Bank of Greece’in (Ethniki Trapeza Tis Ellados–Yunan Ulusal Bankası) (NBG) ortakları konusunda tartışmalar hala devam ediyor. Bankanın hissedarları arasında Türkiye düşmanlığını temel felsefe ve ideoloji edinmiş, Bizans İmparatorluğu’nun diriltmek için gizli faaliyetler yürüten, ayrıca Pontusçuluk faaliyetleri ile dikkat çeken Yunan Ortodoks Kilisesi de bulunuyor. 2004 sonu itibariyle NBG’de 265 bin 729 hisseye sahip olan Yunan Ortodoks Kilisesi’nin bankadaki yatırımları toplamının 10 milyon euroyu bulduğu tahmin ediliyor. EFG Eurobank’ın da Tekfenbank’ı satın alması Yunan sermayesinin İstanbul’da mülk edinmeye ilişkin gizli emellerini gerçekleştirmek için şimdiden banka aldığı yolunda tartışmalara yol açtı.
Ancak, genel olarak bankacılık sektörüne yabancı sermaye girişine prensip olarak karşı olmayan ve ekonomi bürokrasisinde daha önceki dönemlerde önemli görevler yapmış iki kişinin görüşlerini aktarmak istiyorum. Öncelikle Hazine eski Müsteşarı Mahfi Eğilmez’in 18.5.2006 tarihli yazısında değindiği şu hususu dikkatinize sunmak istiyorum. Eğilmez “bankalarımızın yabancılara ve özellikle de Yunan sermayesine satılmasına kamuoyunun hiç tepki göstermemesini, buna karşılık reel sektör kuruluşlarının satışına tepki göstermesini bankacılık konusunu anlayamamış olmamıza” bağladığı yazıya aldığı eleştirilerden bahsederek şöyle devam ediyor: “Bazıları yabancı sermaye düşmanlığı yaptığımı, bazıları popülizm yaptığımı bazıları da ne demek istediğimi anlamadıklarını söylediler. Son piyasa dalgalanmaları yabancıların piyasadan çıkışının ne kadar derin etkiler yarattığını ortaya koydu. Bunu bir kez de 2000 sonunda ve 2001 başında yaşamıştık. Üstelik o zamanlar bankacılıkta yabancı ağırlığı yoktu. Eğer şimdiye kadar sergilenen eğilim devam eder ve yabancılar bankacılık kesiminde ağırlığı ele geçirirlerse bugün yaşadığımızın misliyle kötüsünü yaşarız en ufak bir kriz sinyalinde. İşte benim demek istediğim bundan ibarettir. Ben yabancı sermaye düşmanı değilim. Tam tersine cari açığın finansmanının borçlanma yerine yabancı sermaye girişiyle yapılmasını destekliyorum. Benim demek istediğim bankacılık kesiminin özel bir yeri olduğu ve bunun ağırlığının yabancılara bırakılmaması gerektiği.”
Bu konuda diğer önemli bir görüş ise; yine yukarda bahsettiğimiz yabancılara satılan bankalardan Yapı Kredi üzerinde çok emeği olan bir kişi olan Burhan Karaçam. Yabancıların bankacılık sektörüne girmesi üzerine Sabah gazetesine verdiği röportajda, bu durumda özel sektörün sıkıntıya düşeceğini söylüyor. Karaçam’ın bu konudaki görüşleri şöyle:
“Bu durumun artıları da, olumsuz olabilecek yanları da var. Kültürel relativite diye bir kavram var. Havasıyla, insanıyla bizim ülkemiz, oluşmuş kültür bu. Bankacılık çok hassas risk yönetim işi, bunun için de bilgiye çok ihtiyaç var. Şimdi Türkiye'de doğru mali tabloları, istenilen ölçülerde ve detayda hazırlayan kaç kuruluş var? Reel sektörde büyükleri bırakın, kaç tanesi tam anlamıyla uluslararası ölçüde bağımsız denetçiler tarafından hazırlanmış rapor sunabiliyor? Şimdi ne olacak? Burada çok büyük değişim yaşanması gerekiyor. Çünkü yabancı bankalar, İş Bankası ve Akbank dışında, büyük bankların kontrolünü ele geçirdi. Akbank da bu konuda bir arayış içinde. Yarın, bu yeni ortaklık yapısıyla ortaya çıkan bankalar, özel sektörün kredi ihtiyacını karşılarken; kredilere, müşterilere, kredi risklerine geçmişten çok farklı yaklaşacak. Kendi standartlarında müşteri arayacak. Özel sektör, bugüne kadar bankalarla yaşadığı ilişkiyi bulamayacak. Çok daha disiplinli, kuralcı, standartlara uygunluğu beklenecek ve sıkışacak orada. Ne olursa olsun sıkışacak.”
Kısacası, Türk bankacılık sektörünü yakından tanıyan ve yabancı sermayeye karşı olmayan Eğilmez ve Karaçam bile muhtemel tehlikelere dikkat çekiyor ama kimsenin pek dinlediği yok gibi görünüyor.
Diğer sektörlerde olduğu gibi, bankacılıkta da yabancı sermayenin girişi teorik olarak, sermayenin yanı sıra bilgi ve teknoloji alanında yenilikler getireceği ve rekabeti artıracağı için faydalı görünmektedir. Ancak bugünkü ortamda, yabancı sermayenin payının % 30’u bulması, sürmekte olan birleşme ve devir görüşmelerinin sonuçlanması durumunda ise % 50’yi de aşacak olması önemle üzerinde durulması ve politika üretilmesi gereken bir husustur. Çünkü, daha önce yaşanan finansal krizlerin çıkışında ve derinleşmesinde yabancı bankaların önemli rolü olmuştu. O dönemdeki paylarının az olduğu dikkate alınırsa, sektöre hakim oldukları zaman kırılgan bir ekonomide neler yapabilecekleri ve bir dalgalanma durumunda nasıl tepki verebilecekleri de hesaba katılmalıdır.
Ayrıca, 2007 yılında bazı ülkelerde uygulanması öngörülen ve bankacılıkta risk yönetimi açısından yeni düzenlemeler getiren Basel II süreciyle birlikte, bankacılık sektöründen kredi almanın daha da zorlaşacağını ve KOBİ’lerin kredi imkanlarının iyice daralacağını, başka bir deyişle yabancı bankaların insafına kalacağını dikkate aldığımızda, reel sektörün de bankacılıkta yabancı sermaye payının artmasından olumsuz etkileneceği görülmektedir. Burhan Karaçam’ın da belirttiği gibi özel sektörün kredi konusunda sıkıntısı yaşaması kaçınılmaz görünüyor. Ayrıca, yine Mahfi Eğilmez’in eleştiri konusu yaptığı ve bizim de öteden beri tüm yazılarımızda dile getirdiğimiz kırılganlık ve ani bir iç veya dış şok durumunda yabancı bankaların ilk önce çıkacak olmaları da dikkat edilmesi gereken önemli bir husustur. Yetkililerin bir an önce bu sorunları çözecek önlemler alması gerekmektedir. Bizden söylemesi…Yoksa, testi kırıldıktan sonra akıl veren çok olur…